2 Eylül, Pazar
Sana bazen yazayım istedim. Şimdi yazasım geldi. Bugünlerde çantamda defter kalem geziyorum. Yalnız kalınca aklımdan o an ne geçiyorsa yazıyorum. Kalemim lacivert, dolma kalemle yazılmış hissi yaratan bir pilot hâlbuki. Şu an Leiden tren istasyonuna en yakın kanalın kenarındayım. Bir bankta bağdaş kurmuş, hafifçe esen rüzgâra aldırmadan yazıyorum. Kanalın karşı kıyısında yan yana dizilmiş bir-iki katlı kırmızı tuğlalı tipik Leiden evcikleri var. Sayısız bisiklet park etmiş, sahipleri kim bilir nerede. Arkamdaki patikadan Hollandalılar yürüyor. Önümdeki çimlerin bittiği yerde başlayan kanalın sularından ara sıra tekneyle gezenler geçiyor. Bir fıskiyenin, bir de arkamdaki caféden yükselen cazın sesi var. Salkım söğütler suya değdiriyor yapraklarını. İyi ki buradayım ve sana bunları yazıyorum. Yazmasam içimde kalacaktı. İyi ki okuyorsun.
Bugün bol bol fotoğraf çektim. Sanki Leiden’da ilk yılım; ilk günlerde edinilecek tecrübeleri yaşıyorum. Diğer yeni öğrencilerle kaynaşma etkinliklerine katılıyorum, bisikletim hiç yokmuş gibi onu olduğu yerde bırakıp şehirde yürüyorum, fotoğraflar çekip izlenimlerimi yazıyorum. Şehrin içinde yaşamak farklı oluyormuş meğer.
***
5 Eylül, Çarşamba
Kaldığım yurdun, ki bu eski bir fabrika olmalı çünkü kiremitten uzunca bir bacası var, önünde tek başına duran koca bir kestane ağacının altında oturuyorum. Güneş batacağı için ışıklarını eğerek aydınlatıyor etrafı. Senin bana Gülhane’den Eminönü’ne dönerken anlattığın ışığın havada kırılması ve serap oluşumu geldi aklıma. Güneş birazdan sokak arasında kaybolacak. Elimi çabuk tutmalıyım, karanlıkta yazmak istemiyorum. Bu ağacı nedense babacan buluyorum. Sanki, “herkesten önce ben buradaydım” der gibi bir havası var. Bana huzur veriyor. Yandaki parkta genç bir kız, kucağında ufak bir kızla salıncakta sallanıyor. Etrafta bir onlar, bir de uçan kuşların çığlıkları var. Güneş gözlüğüm ikide bir başımdan burnuma düşüyor. Hafiften esmeye başladı, ürperiyorum. Ama yazmaya devam edeceğim.
Eve gelirken değişiklik olsun diye bisikletimle bir önceki paralelden saptım, ve ufuktaki kilisenin çan kulesine giden yolu takip ettim. Leiden’ın hiç bilmediğim kesimlerini keşfettim. Kanal boyu üç katlı eski evler beni benden aldı. Belli bir yerden sonra yeni yapılmış site tarzı evler görmeye başladım. Bence bir şehrin geçmişi olmalı. Organik bir düzen olmalı. Zorlamamalı yapıyı. İçimdeki nostalji sever coştu yine. Sonrasında kiliseyi buldum, 1925’te yapılmış. Önünden geçerken bir kez çan sesi duydum. Saat altı buçuktu.
Bol yeşillikli yoldan sağ tarafa devam ettim ve şehrin doğu kapısını buldum. Büyülenmiş gibi o civarda birkaç tur attım. Aslında oradaki kanalın yanındaki parkta yazacaktım sana bunları ama parka giden köprüyü bulamadım. O yüzden geri döndüm. O kadar avare sürüyordum ki kanal yanında duran bir arabanın sağ ön kapısına tosladım. Araba çizildi. Avuç içim çizildi. Çarptığım köşedeki sokaktan dönünce yan yana dizili evlerden birinden gelen keman sesini duydum. Durup köşe başında dinlemek istedim ama müzik pek sürmedi.
Bu kez uzunca yazdım sanırım. Bir tür Leiden romansı yaşıyorum. Hem okuyanı olmadıktan sonra mektupları yazmışsın, neye yarar?
***
8 Eylül, Cumartesi
Brüksel’den Rotterdam’a giden trendeyim. O istasyonda inip Leiden’a devam eden başka bir trene bineceğim. Tren çok kalabalık değil ama bolca çift kişi seyahat eden yolcu var. Susmak bilmiyorlar. Farklı diller duyuyorum: Fransızca, İtalyanca, İngilizce, Hollandaca. Ben de Türkçe yazıyorum işte. Beynelmilel bir vagondayım anlayacağın. Belçika’nın kasabalarının arasından geçiyoruz. Tarlalar, inekler, ağaçlar, ırmaklar, köprüler aşıyoruz. Yavaş gittiğimizi söyleyemeyeceğim. Aklıma geri geri giden İstanbul trenleri geldi! Hayır, kesinlikle ileri gidiyoruz. Bazen gördüğüm binalar sağa veya sola eğiliyor. Bunun iki nedeni olabilir diye düşünüyorum. Ya bu bölgede toprak çok yumuşak ve bu yüzden uzun zaman önce inşa edilmiş yapıların temelleri dik açılarını kaybetmiş, ya da tren raylarını araziye uygun olsun diye eğimli döşemişler. İçimdeki mühendis yine teknik sorulara cevap arıyor!
Antwerp durağına gelmişiz. Makinist kadın kaç dilde anons yaptı, takip edemedim bile. Aslında hazır Belçika’ya geçmişken Antwerp ve Gent şehirlerini de görebilirdim ama işin suyunu çıkarmayayım. Nasıl olsa Brüksel ve Brüj’ü Myriam’la gezdim ve hatta kızın evinde planladığımdan fazla kaldım. İkimiz de çok memnun olduk birlikte gezmekten. Şimdi bu istasyonda insem, şehri yanımda anadili bilen biri olmadan gezeceğim. Bilmiyorum, son iki gündür Belçika eşittir Myriam oldu benim için. Bana biraz Fransızca da öğretti hem! Güzel telaffuz edebiliyormuşum, öyle dedi.
Perşembe günü Brüksel’in merkezinde turladık, Yunan pidesi yedik (hani içinde cacık olan), şehirdeki birtakım binaların yapısıyla ilgili bilgilendirme panolarına rastladık ve aslında Fransızcamı orada geliştirdim diyebilirim. Benim binalara ilgim var ve Myriam zaten mimar. Düşününce çok güzel bir rastlantıydı aslında. Sonra çilekli, pudra şekerli bir waffle’ı paylaştık. Aynı sokaklardan belki üç kere geçtik. Brüksel o kadar küçük bir merkeze sahip ki! İşeyen çocuk heykelini gösterdi bana. Turistler hep fotoğraf çekiyordu. Bu heykelin başka versiyonlarını da yapmışlar: işeyen kız, işeyen köpek… Sahip çıkacakları başka bir eser olmadığı için ilgi çekici olsun diye bu temayı abartmışlar biraz.
En son adliye sarayının olduğu tepeye çıkıp güneş batmadan önce bir süre orda oturduk. Eve yürüyerek gittik. Marketten havuç, pırasa ve kirazlı bira (kriek) aldık. Birlikte yemek yaptık, afiyetle yedik. Kirazlı birayı sevdim. Belçikalılar birayı böyle çeşitlendiriyorlarmış.
Cuma günüyse Brüj’deydik. (Aslında Belçika’nın Hollandaca konuşulan bölgesinde olduğu için Brugge diye okumak gerekirmiş. Bense Fransızca telaffuzunu daha çok sevdim…) Küçük ve tatlı bir yerleşim merkezi diyebilirim. Tencerede haşlanmış midye yedik. Tam mevsimiymiş. Bizim midye dolmanın yerini tutmaz ama…
Sonra şehirde turistik olmayan kanallar ve sokaklar boyu konuşa konuşa yürüdük. Ben yine fotoğraflar çektim. Myriam bana Fransızca “pırasa” nasıl söylenir onu öğretmeye devam etti. Sokakta “purra rro” diye sayıklayan iki aptala döndük. O “rr”ler beni öldürüyor. (Kontrolör biletimi sordu, gitti.)
Şehri çevreleyen kanala varınca bir tepede yel değirmeni gördük. Tepenin etekleri hep çimendi. Yürümekten biraz yorulmuş olduğumuz için ayakkabılarımızı çıkarıp çimlere serildik. Güneş tepemizdeydi, saatse yedi, gökyüzü masmaviydi.
İstasyona geri dönerken saklı bir bahçe bulduk, güzel kokulu kocaman yaseminler vardı.
***
11 Eylül, Salı
Kanal kıyısında oturuyorum. Bacaklarımı aşağı sarkıttım. Melodi halinde çan sesleri duyuyorum. Karşımda bir kuğu suya indi, yüzmeye başladı. Bulutların arasından güneş yazdığım kâğıdı aydınlatıyor. Gözlerim kamaşıyor. Bitmek bilmeyen melodiye martı çığlıkları karışıyor. Hollandalılar oraya buraya kayıklarını bağlamış. Sonbahar yaprakları suya düşmüş. Köprüden bisikletliler geçiyor. Kâğıt suya düşmesin diye kenarından tutuyorum. Hafifçe esiyor yine. Adamın biri köprüde durmuş birasını yudumluyor. Gün batımını seviyorum. Özellikle etraf sakinken. Şehirde yalnızlığımı aradığımı düşünüyorum böyle zamanlarda. İki gün önce aynı saatlerde yayan gezip fotoğraf çektim. Leiden’da turistik amaçlı birçok duvara dünyaca ünlü yazar ve şairlerin dizelerini yazmışlar. Bense sadece on iki tanesine rastladım.
Melodi hala devam ediyor. İkinci bir kuğu yaklaşıyor bana. Utanmasa elimdeki deftere gaga atacak. Defteri geri çekince korktu, geri çekildi. Ama kızmış olmalı ki, “pıhhh” diye ses çıkardı, Darth Vader gibi!
Bu çan sesli melodiyi duydukça, bu bulutların arkasından kollarını gökyüzüne uzatan güneşe baktıkça, sanırım insanların neden imana geldiklerini anlayabiliyorum. Kimisine çok güzel, çok ulu geliyor olmalı. Cennetvari görüntüler, ninni gibi müzikler... Bir rüya âlemi ki sorma gitsin. Rönesans’ta gökyüzünü resmeden sanatçıların neden bu temayı seçtiklerini de tahmin edebiliyorum. Çünkü kilise, böylesine ulu bir görüntüyü ısmarlıyor, inanmayanları da etkilemek için.
Çanlar bu kez bildiğim gibi çalmaya başladı sonunda. Bütün şehir inledi. Bu bana korkutucu geliyor. “Vakit daralıyor,” dercesine çalıyor çünkü, “ölümün yakın.”
Gün batımı yine de hala çok güzel. Bu minik deniz kabuklarının burada işi ne? Kaldırımları döşerken kumu denizden getirmiş olmalılar. Ufakça birini suya attım. Döne döne dibi boyladı. Gözden kayboldu.
***
15 Eylül, Cumartesi
Hazır güneş batmadan, daha doğrusu gün içinde güneşi yakalamışken sana yazayım istedim. Neden çoğunlukla gün batımında aklıma sana yazmak geliyor, bilmiyorum. Yine bir kanal kıyısındayım. Karşımda kütüphane, arkamda fakülte binam var. Aslında şu an kütüphanede oturmuş Henry James hikâyeleri okuyor olmalıydım. Bisikletimi park ettikten sonra Lipsius’un kanala bakan ahşap merdivenlerine gözüm takıldı ve kendimi sana yazarken buldum.
Cumartesi akşamüstü ya, kütüphane çevresi öyle sessiz ki. Acaba bilinçaltım mı beni buraya yönlendirdi? “Bu kız ders çalışmaya gitti ama defteri çantasından eksik etmemiş. Demek ki yine mektup yazacak” demiş olabilir. Motor gezisi yapanlar oluyor. Bazen kimisi el sallıyor veya gülümsüyor. Gayri ihtiyari karşılık veriyorum şirin şirin. İstanbul vapurlarında artık kimse karşıdan gelenlere el sallamıyor. Burası küçük şehir, insanlar samimi hala. Diyordum ki tam, laf atarcasına bağıra çağıra şarkı söyleyen bir grup adama da hiç rastlamamıştım! Neyse, başımı defterden kaldırmadım. Ya, ben mi kaşınıyorum yoksa? Bu saatte tek başına burada oturmuş… Tekinsiz bir ortam, diyeceğim nerdeyse ama saçmalık olur bu. Önüm arkam sağım solum üniversite. Sadece şu an epey boş. Hem Cumartesi akşamı ders mi çalışılırmış allasen!
Bugün pazara gittim. Çeşit çeşit peynir, zeytin, çiçek, meyve-sebze, et-balık, top top kumaş, kıyafetler, bisiklet malzemeleri vs. ne ararsan vardı. Bildiğin pazar sonuçta. Canım kibbeling denilen kızarmış balık parçalarından istiyordu ve deli gibi de açtım! Bilirsin. Tüm pazarı dört döndüm, bir türlü bulamıyorum yemeği. Tam vazgeçip başka bir şey yemeyi düşünüyordum ki balıkçı bir teyzeye rastladım, mayonezlisinden aldım. Gittim kanalın kenarına oturdum, afiyetle yedim. Hatta bir martı ayaklarımın dibinde ona da vermem için dört döndü. Verdim ben de. Sonra yürüdüm yine. Hollandalı pazarcıların da bizim Türklerden farkı yok. Sanki “Gel gel gel!” diye bağırıyorlardı. Veya “Övroo!” diye fiyat belirtiyorlardı. Aklıma “Bu akşam çekiliyor bu akşaaam!” geldi. Güldüm kendi kendime. Pazarı ha suyoluna, ha bozkır ortasına kurmuşsun. Para sirkülâsyonunu sağladıktan sonra insanlar şehir kurarlar oraya mutlaka.
Burada kara kara sular öyle sakin, öyle huzurlu ki… Benimse içimde Boğaz’ın köpük köpük mavisi akıyor.
***
22 Eylül, Cumartesi
Amsterdam’ın selamı var! Bugün hava çok güzeldi. Herkes kendini sokağa atmış, alışveriş yapıyordu. Ben de kölelik üzerine bir kitap almaya trene atlayıp Amsterdam’a geldim. Tren beni o kadar tatlı sallamış ki son durağa varınca uykumdan uyandım, indim. Üstelik Haarlem üzerinden, yani uzun yoldan gelmiştik. Herhalde Schiphol civarında yine hatlarda bir problem vardı.
İstasyondan çıkıp Dam Meydanı’na yürümeye başladım. Bir kalabalık bir kalabalık, sorma! Yine de hiçbir geçtiğim cadde İstiklal yoğunluğunda olmadı bugüne dek. Günlerce yağmurdan sonra güneş kanımı ısıttı, gitmeyeceğim sokaklara saptım. Köşe başlarında ot tüttürenler gördüm. Kokusu görüntüden önce geliyordu burnuma… Dam Meydanı’ndan güneye devam edince dükkânların olduğu dar uzun caddeyi yürüdüm. Yolda akordeon çalıp, anladığım kadarıyla Hollanda halk şarkıları söyleyen kadınlı erkekli hippi-vari birkaç kişiye rastladım, filme aldım.
Bu yolun sonunda ise bir saat kulesi var. Belki de bu kule zamanında şehrin kanallarla çevrili sınırında bir kapıydı. Bilemiyorum.
Onun sağında kalan kanalın kenarındaki Çiçek Pazarı’na daldım. Bol bol turist vardı. Çiçekten ziyade ekilmek üzere lale soğanları ve bilumum ot tohumları satılıyordu.
Sol taraftaki turistik dükkânlardan biri Uzak Doğu ürünleriyle doluydu. Kendime küçük, bej bir seramik şişe, karagül kokusu (nasıl bir şey odama gidince öğreneceğim) ve bambu çubukları seti aldım.
Pazar bitince benim kitapçıları buldum ama aradığım kitapların hiçbirini bulamadım! Oturabileceğim bir café aramaya çıktım. Şehrin batısına doğru yürüdüm. Eski, geniş kanalların üstündeki köprülerden geçtim. Zamanının tüccarları değil ama bankerlerine ait bloklar halinde beşer katlı gri taş binalar gördüm. Tüccarlarınki üç-dört katlı, dar, renkli, üçgen çatılı binalardır.
Yer kıtlığından alt katlarda yaşar, üst katları depo olarak kullanırlarmış. Bankerler ise işlevden ziyade gösteriş meraklısı olup bu bölgede açılan yeni kanal boylarını parsellemişler. Bu bilgileri geçen yıl yaptığım kanal gezisine borçluyum. Atmıyorum yani! Yürüye yürüye sonunda şu an oturduğum pancake yapan caféye geldim. Elmalı üzümlü, tarçınlı pudra şekerli ağır bir pancake yedim. Mideme oturdu. O yüzden şimdi su içiyorum. Uzun süre üç büyük masayı Hollandalı genç kızlar kahkahalarıyla işgal ettiler. Ben de kendi kız arkadaşlarımı düşündüm. Şimdi yanımda olsalardı ben de kah kah kih kih gülerdim. Halbuki kitap okumaya çalışıyordum. Giderayak deftere su döktüm, iyi mi? Mürekkep dağıldı hep.
***
29 Eylül, Cumartesi
Nedense yazdığım her harfi hissedebiliyorum şu an. Hafiften sararmış defter sayfasında lacivert kelimelerin mürekkep kurudukça değişen rengine bakıyorum. Parmaklarımın ucundaki kırmızı ojelerin pencereden giren güneşle parlaması hoşuma gidiyor. Evet, Hollanda’da zor bulunur güneşli bir Cumartesi gününde ben odamda oturup sana yazıyorum. Çünkü dinlenmek istiyorum. Chopin açtım, dinliyorum. Çok sakinim. Birazdan zeytinyağlı pırasa pişireceğim. Bu sefer bunu Fransızca söylemeye çalışmayacağım. Sonra biraz kitap okuyacağım. Açık pencereden hafif bir esinti geliyor. Avludaki ağaç yapraklarının hışırtısını duyar gibi oluyorum. Burada süs olsun diye ağaçları iki boyutlu düzlem şeklinde büyütüyorlar. Bunun için etraflarına metal kalıplar yerleştiriyorlar. Böylesine birkaç tane yan yana gördüm mü onları kol kola girmiş halay çeken insanlara benzetiyorum.
Dün arkadaşlarımın evinde buluştuk. Yanımda fotoğraf makinemi götürdüm ve sık sık deklanşöre bastım. Bazıları sanırım rahatsız oldular. Ama bu fotoğraf tutkusu bana ailemden geçen bir şey. Anneannemin eşi olan dedem (anaerkil bir söylem değil mi bu?) deliler gibi fotoğraf çekerdi. Her bayramda mutlaka aynı dekorda aynı kişiler poz verirdik. Çünkü ışık o açıdan çok iyiydi. Hala o 20 küsür yıllık makinesini kullanıyor. Halbuki bundan daha üç-dört yıl önce ona teknolojiye ayak uydursun diye basitinden dijital bir makineyi ben almıştım. Ama yaş 88 olunca yeniliğe adapte olmak çok zor olmalı. Dedem umarım iyidir. Hayatında en büyük pişmanlık neymiş, biliyor musun? 1960’ların başında Adalet Partisi’nden vekil adayı olma ihtimali varmış, yazdırmamış ismini, olamamış. Sonra çoluk çocuk, İstanbul hengamesi, para kazanma derdi derken hayat geçmiş. Ben fotoğraftan nasıl dedemin hayat hikayesine geldim? Arkadaş toplantısında Tommy bir düşünürün, kimdi hiç hatırlamıyorum, fotoğraf çekmenin kişinin özel hayatına tecavüz olduğunu savunduğunu söyledi. Ben de elimde makine, tutamadım kendimi, dedim ki,
“Türklerin bir sözü vardır: tecavüze engel olamıyorsan zevk almaya bakacaksın!”
O şaşıradursun, Andrew bastı kahkahayı ve yapıştırdı:
“Nereden Türk pasaportu alıyoruz? Milliyetimi değiştireceğim!” Bizimkilerin kafası şahaneymiş.
Sonra başka bir arkadaşın yurt odasına gittim. Kocamandı. Tavan o kadar yüksekti ki asma kat yapımına müsaitti. (Ara sıra acaba gerçekten mimar mı olmalıydım diye düşünüyorum. Yok, benden olsa olsa inşaat mühendisi olurdu diyorum sonra.) Bütün kızlar toplandık modunda oturduk lafladık.
Bu sabah da yine koşu bandına elimde kitapla gittim, 5,5 km hızla yürüyerek bir saat okudum. Kipling’in “Kral Olacak Adam” hikayesini bitiremeden ayrıldım oradan. Kaldığım yurdun arkasındaki dar kanalın karşı kıyısında 250 yıllık kadar olduğunu tahmin ettiğim küçük mezarlığa girdim. (Küçük olduğu kanısına Karacaahmet’le karşılaştırarak varıyorum.) Bir ay önce ilk kez gezerken 1780’lerden kalma bir mezar taşına rastlamıştım. Bu arada kaldığım yurt bir fabrika değil, 1827’de yapılmış bir huzur eviymiş. Buradaki huzur evi-mezarlık tamlamasıyla ilgili olarak bizim avludaki evde yaşayan Ferry bir şaka yapmıştı: huzur evinden sonraki durak yandaki mezarlık! Bu geçen gün benim kabusum olmasın mı? Hilal’de kaldığım geceydi. Korkuyla kendi odamdan avluya koşuyordum, yanda mezarlık olduğu aklıma gelince her odadan bir hayalet çıkıp yanıma geliyordu. Bağırmaya, çığlık atmaya çalışıyordum, sesim çıkmıyordu. Panikle uyandım. Evet, nur topu gibi bir karabasanım oldu… İyi ki başka bir yerde uyandım bu kabustan. Yoksa tekrar uyuyamayabilirdim. Ben nereden bu konuya geldim? Neyse, bugün elimde kitapla mezarlığın patikasını izledim. Yine salkım söğütlerin dallarını suya uzattığı eğimli bir kanal kıyısına vardım. Güneş gözümü alıyordu. Bir ağacın altına oturdum ve okumaya devam ettim. Nedense o an bana çok huzurlu geldi. “Kral Olacak Adam”ın başına Hindistan’da güneş geçtiği için ölüverdi. Böylece Kafiristan kralsız kaldı. Ne acayip şeyler okuyormuşum meğer. Pırasa beni bekler.
***
3 Ekim, Çarşamba
Dün saatlerce okumayı aklıma koymuştum. Kütüphaneye gittim öğleden sonra. Biraz okudum. Saat altıda bir anons:
“Kapatıyoruz, çıkın!”
3 Ekim Leiden’ın kurtuluş günü olduğu için 2 Ekim’de tam gün çalışmıyorlar. Kütüphaneyi kapadılar, Hilal’le bana gelip Türk kahvesi yaptık, fal baktık. Bir aydır kahve içmiyormuşum. Çay demledik içtik. Demli çayı da bir aydır içmiyormuşum. Bütün akşam lafladık. Hiçbir şey çalışamadık. Gece yarısına doğru benden çıktı gitti. On dakika sonra şehir merkezinden beni aradı:
“Burada çok güzel ortam var, gelsene!” dedi.
“Peki.” Çıktım, bisikletime atladım gittim.
Bir gürültü, bir şamata! Sanırsın açık hava club düzenlemişler, giriş ücretsiz. Her yerde canlı müzik için birçok sahne, bira ve şarap stantları, yiyecek satanlar... Ve tabii ki kanal boyu tıklım tıklım insan kaynıyor, adım atacak yer yok. Millet tren yapmış dans ediyor. Hollandalılar eğlenmeyi gerçekten biliyor. Sokakta hayat vardı dün gece (Efes Pilsen’den reklam aldım). Hilal’le dönerli Yunan pidesi yiyelim dedik, bozuk paramız çıkışmadı, iyi mi! Ödeyemedik. Yiyemedik. O curcunanın arasından geçip iyice merkeze ilerledik. O civarda karşıma Gülçin çıkmasın mı? Kızlar ekibinin geri kalanı da kısa sürede o noktada “karşılaştı” çünkü telefon hatları iptaldi. Herkes birbirine ulaşmaya çalışıyordu. Neyse ki şehir küçük, aradığın kişiyi çarçabuk bulabiliyorsun. Bu ilginç aslında.
Gidip para çektik. Yollar trafiğe kapatılmıştı haliyle. Belediye binasının önünde birbirine sataşan birkaç tane hayvan kostümlü genç gördük. Belli ki sarhoşlardı. Birbirlerini ittirip yakalarına yapışıyorlardı. Herkes de izliyordu. Pelin fotoğraflarını çekti. Kostümlü oldukları için bu gerginliği görmek değişikti. Gülçin deli gibi dans edip eğlenmek istiyordu. Bense “Burada benim ne işim var?” diye kendime soruyordum. Sürü halinde birbirimizi takip ettik. Pınar diye matematik doktorası yapan bir kızla tanıştım, yol boyu onunla konuştuk. İlk defa buraya matematik okumaya gelen birine rastladım. Bana tez konusu olan kriptolojide asal sayılarla üretilen sayı dizileriyle ilgili bir şeyler anlattı. Ben de ona kendi tez konumdan ve Leiden şehrinin tarihinden bahsettim. Bazen çok geveze olabiliyorum.
Kanalın yanında oturmuş, karşı kıyıda dans edenlere bakıyorduk. Cıstak cıstak müzik vardı. Dans edenlerden birkaç kişi kanala doğru popolarını açıp kapamışlar. “Tüh kaçırdım!” diye dalga geçtim. Sonra daha kötüsü oldu. Kanalı zaten çöp götürüyordu. Bira kutuları vs. İki sarhoş pantolonları indirip kanala, hem de şehrin tam göbeğinde herkesin içinde, işemesin mi! Yok ama, onlara da arkam dönüktü. Görmedim, duymadım, bilmiyorum. Nedense böyle yollarda dans edenleri görünce aklıma İstanbul’daki apaçiler geldi. Bir an öyle banal geldi ki tüm ortam. Sonra neden banal geldiğini düşündüm. Neden böyle bir önyargım olduğunu. Fark ettim ki Hollanda halkıyla apaçilerin bu sokakta clubber dans etmelerinin pek bir farkı yok. Zaman ve mekan farklı sadece. Biri gece yarısı sokakları konser alanına çevrilmiş, ulusal bayram kutluyor. Diğeri gündüz vakti Şahin’i deniz kenarına çekip bangır bangır müziği açıyor. Her ikisinin de birer özgürlük gösterisi olduğu kanaatine vardım. Biraz abes olsalar da kafamdaki apaçileri rahat bıraktım. Huzura erdim! Sanki hayattaki tek derdim buymuş gibi! Sonrasında ben de yağmurdan korunmak için kocaman bir şemsiyenin altında Pınar ve Hilal’le laflarken bir anda Gangnam style melodisini duyunca duramadım, dans etmeye başladım. Bizim kızlar şaşırdılar. Birkaç metre ötemdeki insan kalabalığı da aynı dansı yapıyordu.
Sonuçta böylesine deli bir gece geçirdim. Asıl 3 Ekim kutlamaları bugün ama havada kasvet var, odamdan çıkmıyorum. Belki gece birilerine takılırım yine… Ama yarın insanlar işe gidecekler. O yüzden dün geceki gibi olmayacaktır. Ah şu tez! Yaşatmıyor insana ne gündüzü ne geceyi.
***
12 Ekim, Cuma
Neden bir şehirdeki binaların görsellik, mimari teknik ve fonksiyonlarına bu kadar takıldığımı çözdüğümü düşünüyorum. Eğitimim bu yönde olmuş çünkü. Ben farkında olmadan nesnelere bakışımı etkilemiş. Anlatayım: Ben Sabancı’da Sanat Kuramı ve Eleştirisi yan dalı yapmaya başladığımda Batı Sanatının Önemli Eserleri diye bir amfi dersi aldım. Çirkin ama karizmatik bir Slav hocamız vardı: Bratislav Pantelic. Dersin konusunu ve adamın anlatımını o kadar severdim ki defterime nerdeyse söylediği her sözcüğü not ederdim. O ders notlarım da takdire şayandır. Kaç kişi faydalandı bilmiyorum. Okumamız zorunlu olan 60 yıllık Gombrich’in canon olarak kabul edilen “Story of Art” kitabını aşkla okurdum. (Sonra canon manon hikaye oldu tabii… Hep “dead white males” kültürünün öğretilmesini üniversitelerde 1980’den beri eleştiriyorlar. Hani nerede geleneksel Afrika sanatı mesela? Neden bu konu yeterince irdelenmemiş? Yine zenciye bağlamayaydım iyiydi… Neyse, konu bu değil zaten.) Tartışma seansında saatinde kendimi asistanın yerine koymaya çalışır, nerdeyse onun kadar konulara hâkim olduğuma inanırdım. Konular ne miydi: Antik Yunan ve Roma’daki heykeller ve mimari yapıların karşılaştırılması, Bizans görsel sanatı ve mimarisi, Orta Çağ Gotik görsel sanatı ve mimarisi, Rönesans dönemi heykel ve görsel sanatı, Barok tarzı heykel ve görsel sanatı, Neoklasik dönem görsel sanatı ve mimarisi (Yunan ve Roma’ya gönderme), Romantik dönem görsel sanatı, Realist, Empresyonist ve Modern dönem görsel sanatları. (HUM 202 syllabus’u hatırlamama yardımcı oldu… Referansımızı eksik etmeyelim.) Bütün bu MÖ 5000 – MS 1900 arasındaki seçili görsellikler içinde beni en çok Fransa’da yapılmış olan gotik Chartres Katedrali etkilemişti diyebilirim. Bunun sebebi inşa edildiği yüz elli yıllık süre içinde ustaların geliştirdiği teknikleri herhangi bir kalıba sokmadan (çünkü Erken, Yüksek ve Geç Gotik dönem olmak üzere üçe ayrılır) her kısa dönemin özelliklerini bir arada görebiliyor olmamızdır. Para olmayınca inşaat bekliyor, e trend değişince ustalar eski plana sadık kalmak yerine yenilik denemeye kalkıyorlar. Ben buraya nereden geldim ki? Dayanamadım anlattım yine. Daha önce de anlatmış olabilirim. Sanırım Chartres’ı ara sıra anlatıyorum. Düşün ne kadar çok seviyorum! Bir gün ziyaret etsem gözüm açık gitmem herhalde! Bugün Bratislav’ın (ismiyle kendisinden bahsederdik, alışkanlık) özgeçmişine bakasım tuttu. Bunun da sebebi bizim yurtta sanat tarihi okuyan Jesus (Hesus) diye İspanyol arkadaşın Paskalya’da İstanbul’a gitme ihtimalinden heyecanla bahsetmesi oldu. Çünkü tez konusu Bizans mozaikleri olacakmış. Aklıma Bratislav geldi çünkü onun da Bizans ilgisi olduğunu hatırladım. Hocanın kendisi hakkında yazdıklarına bakınca, şöyle bir paragrafla karşılaştım:
“My interests moved on from late Roman to medieval and modern art and architecture but they were always motivated by interest in the underlying intellectual framework: the proportional system used in the construction of Saint Sophia, the symbolic meaning of formal languages in medieval architecture, or visual expressions of nationalism and identity.”
Bunu okuduktan sonra kendimce şöyle bir çıkarımda bulundum: adam dersi anlatırken kendi ilgisini çeken konuları daha bir şevkle anlatıyor olmalıydı. Onun bu enerjisi biz not tutan onlarca öğrenciye bir şekilde yansıyordu. Benim dersten çok yüksek bir notla geçtiğimi hatırlayınca, ders notlarıma yani hocanın sözlerine ve görsel materyale çok iyi çalışmış olduğumu, ezber değil ama gönülden öğrendiğim hükmüne varabiliriz. (Bazen neden yazı dilinde başka bir kimliğe büründüğümü merak ediyorum. “Hükmüne varmak” fiilini ben günlük hayatta kullanıyor muyum acaba? Bunların hepsi fazla makale okumaktan ve ödev hazırlamaktan…) Gönülden öğrenince de bir şekilde hocanın ilgi alanını benimsemiş olduğumu fark ettim. Sonuçta uzun lafın kısası, ben seviyorum ya mimari özellikleri fark etmeyi! Bundan sonra da bir şehre gidip sana mektup yazdığımda “Ne alaka bunlar?” diye düşünme diye böyle bir açıklama yapmak istedim. Galiba senden çok kendime açıklama ihtiyacı hissettim.
Gerçekten sanat tarihi dersi asistanlığı yapmak istiyorum sanırım. Beni konu itibariyle en çok bu heyecanlandırmış!
***
16 Ekim, Salı
Geçen akşam eve dönerken Breestraat’ta önümde bisiklet süren bir çift vardı. Yan yana sürüp el ele tutuşuyorlardı. Sonra adam kızın elini öptü. Yakınlaştılar, öpüştüler, sarıldılar. Bunların hepsini bisikletin üstünde yaptılar! Hollandalılar doğuştan akrobat herhalde diye düşünüyordum. Bir de, hep beni mi buluyorlar arkadaş? Öylece izliyordum arkalarından…
***
18 Kasım, Pazar
Şu an’a kadar hiç yapmadığım bir şey yapıyorum: sana mutfaktan yazıyorum. Burası çok güzel güneş alıyor. Gözlerimi ne vakit kapasam renkler turuncuya dönüyor. Ayaklarımı pencere pervazında uzattım, yurdun avlusuna bakıyorum. Çok keyifliyim. Çünkü hava güzel ve yemeğim pişiyor. Hatta yanıyor!
Yemeğimi yedim, şimdi elimde mandalina var. Tezgahta da kaç günün birikmiş bulaşığı… Gökyüzü biraz bulutlanmış ama kuzeye doğru hareket ediyorlar. Bunu görebiliyorum. Sana farklı mekanlardan yazmak hoşuma gidiyor. Bu kez odamdan pek uzağa gidemedim. Ama bu küçük mutfağı seviyorum. Burada sık sık vakit geçiriyorum. Çiçeklerimin saplarını burada kesiyorum mesela. Bu işten keyif alıyorum. Komşularıma burada rastlayıp çene çalıyorum. Hilal’leyken o pencerenin dışında sigara içer, ben içerde yemek yaparım. Her gece yatmadan önce çocuklar gibi bir bardak sütümü burada oturup içiyorum. Mobilya olarak sadece eski, ahşaptan siyah bir sandalye var. Onun üstüne gece yarısı tüneyip bir bardak sütü on dakikada içtiğim oluyor. Çünkü içerken düşünüyorum. Bunu İstanbul’da da yapardım. Elimdeki bardağı unutur, dakikalarca pencereden dışarı bakardım. Sabah evden çıkmadan veya gece uyumadan önce. Kim bilir ne düşünürdüm. Hiç hatırlamıyorum. Bunlar insan hayatının farkına varılmayan detayları belki de. Ben neden bunlara takılıyorum veya üstünde duruyorum, bilmiyorum. Harcayacak çok boş vaktim var herhalde.
***
24 Kasım, Cumartesi
Mektuplar gelmiyor diyorsun. Doğru zamanı bekliyordum. Sana anlatacaklarım biriksin diye İlhami’yi bekledim belki de. Neyse ki gecikmedi, geldi ilham. Hem de deftersiz, kalemsiz bir zamanda geldi. Çok sevdiğim caféde oturmuş tezim için birkaç makale okuyordum. Fotokopisini çektiğim sayfaların en arkası boşmuş; ona büfeden ödünç aldığım kalemle yazıyorum. Uğultudan mı, dışarıdaki havadan mı bilmem, gözlerim kapanıyordu. Çocukken izlediğim çizgi filmler gözümün önünden geçiyordu.
Havada kasvet var. Etraf karanlık. Hafif hafif yağmur yağıyor. Kaldırımlar hep ıslak. Masamdaki mum söndü. Sokak lambaları turuncu turuncu ıslak zemine yansıyor. Leiden’ın böyle bir melankolide romantizm kokması hayra alamet değil.
Cafénin kedisi geldi, arkamdan zıpladı, yanımdaki mindere yerleşti, yalanmakta. Zaten buralar hep onun mekanı. Biz müşteriler hep gidiciyiz. Ne haddimize paşa hanımın yerine oturmak! Geçen yıl beni bir tırmaladı, üç gün şiş parmakla gezdim. Tetanoz oldum sandım önce. Sonra geçti. O günlerde Samira ve Femke ile buraya geliyordum. Derste Tzvetan Todorov diye Bulgar bir düşünürün yazılarını okuyorduk. Kedi bizim masamıza geldikçe Femke onu Todorovshka diye sevmeye başladı. Benim için kedinin adı böyle kaldı. Şimdi kapadı gözlerini, uyuyor seninki. Kulaklarıyla oynayınca rahatsız oldu. Gıcıklık yapıyorum.
On dakikaya dükkanı kapatacaklarmış. Burada Cumartesi bile böyle. Herkes erkenden evine gidiyor. Aslında genelleme yapmamalı. Bu cafénin çalışma saatleri böyle işte n’apalım.
Esasında caféden yazmak hoşuma gidiyor. Aklıma Attila İlhan’ın “Kurtlar Sofrası” romanındaki (tuğla gibi kitaptı o da) Ümid karakteri geliyor. Bu kız, gazeteci Mahmud’un Paris’te okumuş sevgilisiydi. Mahmud onu “Ü!” olarak düşünürdü. Ünlem koyardı kızın isminin baş harfine. Nedendi, hatırlamıyorum. Roman 1950’lerde geçiyordu. Ümid, İstanbul’da bir caféye girip, aynen benim yaptığım gibi, oturup mektup yazıyordu. Hikayenin anlatıcısı da bunun değişik bir davranış olduğundan dem vuruyordu çünkü artık o yıllarda bir kızı tek başına bu şekilde görmek alışılmış dışıymış. Kızın alışkanlığı Fransa yıllarından kalmaydı. Yıl olmuş 2012, hatta o da bitiyor, ben hala yarım asır öncesinde kalmışım. Ne nostalji ne nostalji!
Bugün pazar kurulmuştu. Yine kibbeling denilen kızarmış balığımı ve nutellalı muzlu krepimi yedim. Krep satan Polonyalı adamlar sordular, “Gelmiyorsun ne zamandır?” diye. Ben de ders çalıştığımı söyledim. Onu yiyerek pazarda gezmeye devam ettim. Belediye binasının önündeki boş alanda çocuk oyun alanları kurulmuştu. Tam ana-baba günüydü. Bir ay sonra Noel olduğu için şimdiden eğlencelere başlamışlar. Yalnız Hollandalılar Noel Baba’nın yanındaki Zwarte Piet dedikleri Afrikalı bir karakteri maskot haline getirmişler. Rengarenk giyinmiş Hollandalı kadın ve adamlar yüzlerini çikolata rengine boyayıp siyah kıvırcık peruk ve renkli şapka takıyorlar. Çocuklara da aynı kostüm ve makyajı yapıyorlar. Bir de oyunlarda gerçekten Afrika kökenli çocuklar vardı. O ilginçti. İki tane de midilli getirmişlerdi, çocuklar binsin diye.
Daha üç hafta zaman var benim İstanbul’a gelmeme. Tabii bu arada yazmam gereken 8000 kelimeyi ve onun stresinin saymıyorum. Evimi, gezdiğim sokakları özledim. Metrobüs kalabalığını özledim (!). O yolculuğun sonunda göreceğim arkadaşlarımı özledim. Islak hamburgeri özledim. Kadıköy İskelesi’nden Galata Kulesi’ne bakmayı özledim. Vapurda güneş almayacak banklara oturmayı özledim. Rakı-balık yanında arkadaşlarımın muhabbetini özledim. Yolda darbuka çalıp oynayan çingeneleri özledim. Sabahları odamda uyandığım için mutlu olmayı özledim. Dün gece uykumun arasında uyanıp nerde olduğumu sorguladığımı hatırlıyorum. Pencereye baktım, hala yurt odamdaydım.
***
28 Kasım, Çarşamba
Arkadaşlarımla Amsterdam ve Rotterdam’a gitme planımız var. Mekan değişikliği iyi gelecek. O kadar kısıtlı bir çevrede zaman geçiriyorum ki şimdi fark ettim de uçaktan sonra trene binip buraya geldiğimden beri, yani bir aydır, tren istasyonuna gitmemişim. Hiç ihtiyacım olmamış. Yarın oraya gitmem lazım çünkü ikinci dönem için kira kontratımı uzatmam gerekiyor. Yurt kurumunun ofisi o civarda. Ömrüm nerede geçiyor anlatayım: yurt ve yanındaki spor merkezi, kütüphane ve yanındaki fakülte binaları, eve en yakın süpermarket, merkezde kurulduğu zamanlar pazar, son olarak da Hilal’in yurdu ve ona yakın olan dans kursu. Şimdi düşününce, şu an oturduğum café (bir öncekinden farklı bu) tüm bu saydığım yerlerin aşağı yukarı ortasında kalıyor. Kendimi merkezde hissettim. Artık dans da bitti, spor merkezine olan üyeliğim de Aralık’ta olmayacak, böylece yurt, okul ve süpermarketten oluşan bir köyde yaşıyor olacağım. Belki ikinci dönem yine dans ve spora giderim, aktivitem olur. Spora iyi alışmışım. Bir gün aksatsam kendimi kötü hissediyorum. Görev bilinci olmuş bende.
Yapacak çok iş var. Kafam karışık. Göçebe yaşıyorum. Bir ordayım bir burada. Çözüm nedir bilmiyorum. Evimi özlüyorum. Bugün kütüphanemi düşlüyordum. Onu nasıl düzenlediğimi… Geçen gün nerede okudum, hangi derste dinledim hatırlamıyorum ama insanların yaşadıkları mekanların (evleri, ofisleri vs.) onların hayatlarını algılamalarında önemli bir rol oynuyormuş. Amerikan toplumu, 70’lerde sanırım, evlerini dekore ederken kendi kimliklerini tercihleri yoluyla göstermeye çalışıyorlarmış. Her gün gördükleri nesneler hayata bakışlarını yansıtıp aynı zamanda etkiliyormuş. Bu belki benim için de geçerli. Kargaşa içindeyim. Çok mu abartıyorum bilmiyorum. Yaşanılan mekan konusunda insan radikal değişiklikler yapamıyor, değil mi? Ben bunu mu yaşıyorum acaba diye sorguluyorum. İstanbul ve Leiden içinde yaşadığım yerleri değiştirdim. Bu bir yıl içinde dört farklı mekanı “ev” olarak algılamaya çalışmak demek oluyor.
Alışkanlıkları insan ha deyince değiştiremiyor. Neyse ki şimdiki yurdumu eskisine nazaran daha çok seviyorum. Konuşabildiğim komşularım var böylece yalnızlık hissi yok, şehre yakın, böylece uzun yol kat etme derdim ve üşengeçlik yok. Bu ikisi izole olmamak için önemli şartlar. Hem ortam da sevimli. Nasılsa daha buradayım, sana yine böyle arada mektup yazarım...